Emperyalist metropol ülkelerde emperyalizmin ilk evresinden emperyalist küreselleşmeye geçiş 1970’lerde başladı. Türkiye de bu geçisin, dünya pazarına yeni tipte entegrasyonun ve yeni sömürgecilikten mali-ekonomik sömürgeciliğe dönüşümün miladı 24 Ocak kararlarıdır.
Emperyalisti laboratuvarlarda hazırlanan, Şili’de test edilen neoliberal programın Türkiye’deki adı 24 Ocak kararlarıdır. Uluslararası emperyalist kurum olan IMF tarafından hazırlanıp Turgut Özal tarafından sunulmuştur.
Neoliberal program ve politikaların çıkış noktası burjuvazinin düşen kar oranlarını yükseltmektir. Gelişmiş sanayi ülkelerinde kâr oranlarının düşmesinin yarattığı yapısal sorunları 70’lerin ilk yıllarında kendini dayatır. Türkiye’de 70’li yılların sonunda belirgin hale gelir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin kar oranları düşmeye başlayınca, küçük ve orta ölçekli burjuvaziyle kâr oranları arasındaki makas kapanmaya başlamıştı. 1979 ekonomik krizi sadece döngüsel bir kriz değil, aynı zamanda yapısal ekonomik tıkanıklığın işaretiydi. Gerek IMF gibi uluslararası emperyalist kurumlar, gerekse Türk işbirlikçi tekelci burjuvazisi bu soruna el atma vaktinin geldiğine karar verdiler. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin örgütlü gücü olan TÜSİAD ilk hamlesini, yürüttüğü kampanya ile azınlık Ecevit hükümetini düşürmeye çalışarak attı. 1979 ara seçimlerinden sonra kurulan Demirel hükümeti uluslararası emperyalist kurumlarda stajını tamamlamış Özal’a ekonomiyi emanet etti. O da 24 Ocak 1980’de IMF patentli neoliberal programı açıkladı. Bu program Türkiye’nin mali-ekonomik sömürgeye dönüşmesinin temeli ve yol haritasıydı.
Bu programın amacı işbirlikçi tekelci burjuvazinin kar oranlarını yükseltmek ve onlara yeni kar alanları açmaktı. Bununla beraber ülkede kapitalist gelişmeyi hızlandırıp, emperyalist tekellere kapıları sonuna kadar açarak, daha kapsamlı ve derinlikli biçimde dünya pazarına entegre etmekti.
Program, işçi ve emekçilerin sınırlı kazanımlarının önünü açan “sosyal devlet” modelinin yıkılmasını hedefliyordu. Sermayenin her türlü egemenliğini derinleştirerek kalıcılaştırması başta olmak üzere, ekonominin tümüyle özel sektörün emrine bırakılmasını amaçlıyordu. Aynı şekilde özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnekleşmenin temelleri de 24 Ocak kararlarıyla atıldı. Neoliberal politikalar aynı zamanda sendikasızlaştırmaya ve kronik işsizliğe zemin oluşturdu.
1970’lerin ikinci yarısındaki devrimci yükselişin, örgütlü ve mücadeleci işçi hareketinin varlığı koşullarında 24 Ocak kararları hayata geçirilemezdi. Salt ekonomik kriz yaşanmıyordu, rejim siyasi ve ideolojik nitelikler de taşıyan yapısal bir bunalıma karşı karşıyaydı. 12 Eylül faşist darbesinin öncelikli amacı devrimci halk hareketini ve işçi ve emekçilerin mücadele ve direnişlerini bastırmaktı. Esas amaç bu olmakla birlikte, diğer yandan 24 0cak kararlarıyla işçi ve emekçilerin yoksulluğu ve sefaleti pahasına sermaye sınıfına, sınırsız kâr olanakları sunan ekonominin yeniden yapılandırmasının yolunu açmaktı. Bu amaçla darbeciler Özal’ı ekonominin başında tutmaya devam ettiler. Sonrasında kurulan Özal hükümetleri IMF denetçilerini şaşırtacak kadar, İMF’ci kesildiler. Özal, İMF’nin bile henüz önermeye cesaret etmediği adımlar attı. Günümüze kadar başa gelen hükümetler, yeni Stand-by anlaşmalarıyla, ufak tefek rötuşlarla İMF’nin ve 24 Ocak’ in rotasında kaldılar.
12 Eylül, 24 Ocak Kararlarının Önündeki Engelleri Kaldırdı
12 Eylül faşist cuntası işçilerin grev hakkını önemli ölçüde ortadan kaldırdı. 12 Eylül Anayasası’nın 54. maddesinde bu durum şöyle ifade edilir.
“Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grevi ve lokavtı, genel grev ve lokavtı, işyeri işgali, iş yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz.
Greve katılmayanların iş yerinde çalışmaları, greve katılanlar tarafından hiç bir şekilde engellenemez”
Böylece grev hakkı sınırlandırılarak, grev kırıcılık Anayasal güvenceye alınmış olur.
Nasıl ki grev hakkının içi boşaltılmışsa, aynı şekilde sendikalaşma ve TİS hakkının da içi boşaltılır. 12 Eylül’le birlikte bütün grev ve direnişlere son verilmiş, DİSK, devrimci sendikalar, kamu emekçilerinin denekleri, odaları ve diğer emek örgütleri kapatılmış; Kamu emekçilerinin sendika kurma hakkı yasaklanmıştır. Darbeye açıktan destek veren, cunta hükümetinde yöneticisiyle yer alan bir tek TÜRK-İŞ konfederasyonu kapatılmamıştır.
Yanı sıra keyfi olarak iş kolları bölünerek onlarca işkolu türetilmiş, böylece işçi sınıfının birliği önüne yeni setler dikilmiştir. Dahası patronlara tanınan sınırsız manevra hakkıyla sendikalaşmak daha da zorlaştırılmıştır.
TİS imzalamak günler ve aylar süren prosedürlerle işçiler bezdirilir. Yüksek Hakem Kurulu (YHK) aracılığıyla işçiler greve çıkmadan açlık sınırında bir ücrete mecbur bırakılır. Birçok iş kolunda greve gitmek yasaklanmış, gidilebilinen yerde de Hükümete çeşitli bahanelerle grevleri erteleme hakkı tanınmıştır. Anayasanın 54. Maddesi bu konuda “grev ve lokavtın yasaklandığı hallerde veya ertelendiği durumlarda ertelemenin sonunda uyuşmazlık Yüksek Hakem Kurulunca çözülür. Uyuşmazlığın her safhasında taraflar da anlaşarak Yüksek Hakem Kuruluna başvurabilir. Yüksek Hakem Kurulunun kararları kesindir TİS hükmündedir.” denilmektedir.
Böylece devrimci hareket ezilip işçi sınıfının yasal mücadele imkan ve olanakları sınırlandırılmıştır. Fiili meşru mücadele dışında yol bırakılmamıştır. Diğer yandan 24 Ocak Kararlarının uygulanması önündeki engeller kalmamıştır.
24 Ocak Neoliberal Programın Sonuçları
1980 devalüasyonuyla TL’nin Dolar karşısındaki değer kaybı şok etkisi yaratmışken, 1981’de kabul edilen günlük kur politikasıyla, TL’nin değer kaybı rutinleşmiştir. 1988’de TL’nin Dolar karşısında değer kaybı üç katını buldu. 2000’lere gelindiğinde TL’deki sıfırlar artık sayılmaz oldu. Paradaki altı sıfır atılmak zorunda kalındı.
Yüzde yüzleri aşan yıllık enflasyon karşısında işçi ve kamu emekçilerinin ücretleri erimiştir. 1988’e kadar işçilerin ücretleri yaklaşık yarı oranında değer kaybetmiştir.
İşçi sınıfının ‘89 Bahar Atılımı’yla başlayan iki yıla yakın süren direniş ve grev dalgası, ücret kayıplarını telafi edip, sınırlı ekonomik sendikal haklar elde edilse de bu kazanımlar korunamadı. Hız verilen neoliberal politikalar, işçileri sadece açlık sınırında yaşamaya mahkum etmedi; sendikal ve demokratik kazanımlarının da altını oydu.
Özelleştirme, taşeronlaştırma, fason üretimin yaygınlaştırılması ve esnek çalışmanın önünün açılmasıyla 24 Ocak Kararları 30 yılda İMF’yle imzalanan yeni Stand-by anlaşmalarıyla ufak rötuşlara uğrayarak tamamlanmıştır. 80’li yıllarda neoliberal programda belli adımlar atılmış, 90’larda hızlandırılmış, 2000’lerde dünya pazarına entegrasyon süreci tamamlanarak ülke mali-ekonomik sömürgeye dönüştürülmüştür. Öyle ki, son 10-15 yılda IMF`nin doğrudan müdahalesine gerek kalmaksızın ekonomi 24 Ocak Kararlarının çizdiği güzergahta, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve dünya tekellerinin çıkarlarına bağlı kalmayı sürdürmüştür.
Ard arda kurulan AKP hükümetlerinin yer yer diline doladığı IMF, son yıllarda da ABD ve AB karşıtlığı söylemine rağmen, gerçekte ne emperyalizme tutum alacak niyeti, ne de mecali vardır. Gelinen aşamada mali-ekonomik sömürgeci boyunduruktan kurtulmak rejim değişikliği olmaksızın mümkün değildir. Bu da ancak anti-emperyalist ve politik özgürlükçü bir sıçrayışla mümkün olabilir.