II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın anti-fasişt mücadelenin zaferiyle sonuçlanmasıyla emperyalist-kapitalist kampın dengelerinde değişimler oldu. ABD hegomanyasında emperyalist- kapitalist kamp hızla toparlanma faaliyeti içine girdi.
ABD’nin çok partili kapitalist işleyişi Türk egemen sınıflarını da etkiledi. Savaş döneminde Alman emperyalizminin yanında yer alan Türk burjuvazisi savaş sonrasında ekonomik, siyasi güçsüzlüğünün de sonucu olarak ABD’ye Batı’ya daha fazla bağımlı hale geldi.
Türkiye 1945 yılında BM’nin San Fransisko Konferansı’na katılarak demokratik ideallere bağlı kalacağını taahhüt etti. Türkiye savaşa girmese de savaşın sonuçlarından etkilendi, ABD’nin Marshall yardımlarını kabul etti. Bu yeni bağımlılık ilişkileri demekti. İnönü, 14 Mayıs 1945’te bazı burjuva demokratik önlemlere başvurabileceklerini belirtti. 1 Kasım’da da Türk demokrasisinin eksiğinin muhalefet olduğunu belirtti. Çok partili rejimin ilk işaretlerini verdi.1
Sınırlı Burjuva Demokratik Adımlar
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın SB ve anti-faşist kampın zaferiyle sonuçlanması dünyanın dengelerini değiştirdiği gibi işçi sınıfı ve ezilenler cephesinde özgürlük rüzgarlarının esmesine yol açtı. Coğrafyamızda da bu durum tek parti diktatörlüğünün sonuna gelindiğinin, işçi sınıfı ve emekçilerin çalışma yaşamında önemli bazı değişiklikleri koşullandırdı.
1945 yılında burjuva devletin yeniden kurumsallaşması yönünde adımlar atıldı. İlk kez Çalışma Bakanlığı kuruldu. Haziran ayından itibaren peş peşe, iş kazaları ve meslek hastalıkları ve analık sigortaları kanunu, işçi sigortaları kurumu kanunu, 1946’nın ilk ayında iş ve işçi bulma kurumu ile ilgili kanun yürürlüğe girdi.2
“1946 Sendikacılığı”
Tarihe “1946 Sendikacılığı” olarak geçen, burjuvaziden bağımsız olarak gelişen sınıf sendikacılığını ifade eder.
Tek parti iktidarı çok partili siyasi rejime geçme kararı aldı. Anti-faşist zaferin basıncı altında faşizan niteliklerinde kırılma yaşandı. 10 Haziran 1946’da, 1936 yılında çıkarılmış olan Cemiyetler Kanunu’nu değiştirerek sınıf esasına göre dernek, sendika ve parti kurmayı serbest hale getirdi. Dernek, sendika kurmak için izin alma sistemini ortadan kaldırdı.
Bu tarihte coğrafya genelinde 52 bin sendikalı işçi ve 73 sendika vardı. 14 Mayıs 1946’da Hüseyin Hilmi’nin başında bulunduğu Türkiye Sosyalist Partisi (TSP), 20 Haziran 1946’da da başında Şefik Hüsnü’nün bulunduğu Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) kuruldu. Bu iki emekçi sol parti de sendikal hareketi ve işçilere yönelik yayınları canlandırdı. Birçok sendika kuruldu, gazete çıkarıldı.
Yaklaşık 6 aylık ömürlerine karşılık yaratıkları etki, eriştikleri örgütlenme düzeyi ve emekçi sol partilerle yoğun ilişkileri nedeniyle “1946 Sendikaları” coğrafyamızdaki işçi sınıfı açısından özgün bir yere sahiptir.3
Örgütlenmenin yakıcı ihtiyacı işçileri yeni sendikalara seferber etti. Türk Mensucat İşçileri Sendikası 1 ay içinde 4500 üye kaydetti. Türkiye Deniz İşçileri Sendikası 1000 üyeye ulaştı. Tekel İşçileri Sendikası ‘ın açılış törenine 2000 işçi katıldı.
CHP bu gelişmelerden rahatsızdır. İki emekçi sol partinin kurduğu sendikaların karşısına kendi güdümüne aldığı Türkiye İşçileri Derneği’ni (TİD) çıkararak işçilerin sınıf perspektifine ve bilincine sahip sendikalarda örgütlenmelerinin önüne geçmeye çalıştı. 1946 Kasım’ında CHP devlet ve sermayeye bağlı bir sendikalar yasası hazırlığına girişti.
Burjuvazi sınıf esasına dayalı sendikal ve siyasal örgütlenmeden endişeye kapıldı. 16 Aralık 1946’da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın kararıyla iki emekçi sol parti ve bu partilere bağlı sendikaları, İstanbul İşçi Sendikalar Birliği’ni ve İstanbul İşçi Kulübü’nü kapattı. İki partinin çıkardığı Nor, Or, Sendika, Ses, Yığın ve Dost gazete ve dergilerini yasakladı. Aralarında Esat Adil, Şefik Hüsnü, Suat Derviş, Sabiha ve Zekeriya Sertel, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin gibi emekçi sol parti ve sendikaların yöneticilerini tutukladılar. Böylece 1 aylık özgür sendikacılık ve siyasi faaliyet dönemi son buldu.4
CHP’nin hazırladığı 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun (İİSSBHK) 20 Şubat 1947 tarihinde yürürlüğe girdi. Böylece yasaklara geri dönüldü. “1946 Sendikacılığı” siyasetteki sol açılım doğrultusunda sınıf eksenli bir sendikacılığı gündeme getirirken, 1947 Sendikacılığı ise güdümlü ve iktidarın vesayeti altında bir sendikacılıktı.5
Sınıf İşbirlikçi Sendikacılığın Temelleri: 1947 Sendikacılığı
Sınıf işbirlikçi yaklaşımlar daha önceki sendikal oluşumlarda şu veya bu düzeyde görülse de bir çizgi olarak sınıf işbirlikçiliğinin oluşması ve gelişmesi 1947 yılında çıkarılan 5018 sayılı İİSSBHK ile başladı. 1947 sendikacılığı işçi sınıfı üzerinde burjuvazinin ve burjuva devletin ideolojik ve siyasal hegomanyasını inşa etmeyi temel alıyordu. Bu yasa Türkiye’nin sınıfsız bir toplum olduğu, bu sebeple sendikaların sınıf çatışmasını destekleyecek bir kurum değil, devletle ve işverenle ülke kalkınması için işbirliği yapacak kurumlar olarak tanımlıyordu.6 Yasa uluslararası ilişkileri yasaklıyor, grevi yasaklıyor, greve teşvik ve teşebbüsü suç sayıyor, sendikaları milliyetçi, milli ve mesleki örgütler olarak tanımlıyor. Bu yasa işçi olmayanların sendika üyesi olmasını yasaklıyordu. İlk kez işverenler içinde sendikal örgütlenmeyi dile getiriyordu. Bu yasa sermaye ve iktidarın çıkarlarıyla o kadar uyumluydu ki, 1963 yılına kadar yürürlükte kaldı.
Bu yasayı destekleyecek adımları CHP pratikte gerçekleştirmeye başlamıştı, yasayla sendikaların maddi bakımdan güçlenmesini, mali kaynaklara sahip olmasını engelledi.
1947 sonrası CHP işçi sınıfı ve sendikaları ideolojik, politik, ekonomik ve örgütsel olarak kuşatma altına aldı, hegemonyasını tesis etmek için var gücüyle seferber oldu. CHP’ye bağlı İşçi Bürosu’nu kurdu, başına Rebi Barkın ve Selahattin Selek’i getirdi. Daha önceden de işçiler içinde örgütlenebilmek için Türkiye İşçiler Derneği’ni kurmuştu. Sıkıyönetimden dolayı kapatılan İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’ni (İİSB) kendi hegemonyasında yeniden kurdu. İİSB işçiler içinde bir hayli faaldi. 5018 sayılı yasa çıktıktan sonra CHP birçok sendika kurdu. Kamu işletmelerinde maddi koşullar özel sektöre göre görece daha iyiydi. Bu durum işçilerde ve sendikacılarda iktidara bağlılık, politikalarını benimseme ve ideolojik olarak etki altına girmelerine yol açmıştı. CHP greve karşı çıktı. Memleketin iktisadi bünyesini yıkacak bir eylem olarak gördü. Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Fuat Erciyes “grev isteyen Türk değildir…siyasi partilerin kışkırtmalarıyla harekete geçmiş gafillerdir” diyecek kadar işçi sınıfına düşmanlıkta sınır tanımamaktadır. CHP’ye bağlı Zonguldak Maden İşçileri Sendikası tarafından “grev istemiyoruz” toplantısı düzenleyecek kadar sınıf işbirlikçilikleri derinleşmiştir.7
Anti-komünizmle Milliyetçi Hegemonya
Sosyalist kampa karşı emperyalist-kapitalist kampın propaganda ürünü anti-komünizm coğrafyamızda burjuva iktidar tarafından o kadar yaygın propaganda aracına dönüştü ki, ABD de McCarthy’ciliğe adeta rahmet okutacak düzeyde toplumda korku yaymanın, ideolojik ve politik hegemonya kurmanın aracına dönüşmüştü.
Sendikal faaliyet yürütenlerin çoğu sınıf işbirlikçi olmasına dahi bakılmaksızın komünistlikle suçlanmıştır. Keza bu yolla sosyalistlerin ve emekçi sol güçlerin politik faaliyet yürütmesi, sınıf içinde çalışma yürütmesi ve sendikal faaliyette bulunmasının önüne geçmek için de anti-komünist faaliyet bir araç oldu. Milliyetçiliğin en büyük propaganda faaliyeti anti-komünizm üzerinedir. 46, 47 ve 51 TKP tutuklamaları da bu düzene muhalif olan ilerici, demokrat, anti-faşist, anti-kapitalist kesimlerin ve emekçilerin uğradığı baskı, zulüm ve sindirme politikalarının düzeyini gösteriyor. Anti-komünist propagandanın etkisi bir süre sonra sendikalar üzerinde görülmeye başlandı. Sendikalara karşı anti-komünizmle sendikaların anti-komünizmi birbirini takip etti.
CHP’nin yarattığı anti-komünizm histerisine birçok sendika kapılmış, komünizmi lanetleme mitingleri düzenlemek için sıraya girdiler, birçok miting gerçekleştirdiler.
Marshall planı kapsamında Türkiye’de bulunan Amerikalı araştırmacı Summer M. Rosen “yüksek devlet görevlileri sendikacılarla, yönetici sınıflarla kabul edilebilir bağlar içinde onlara boyun eğdirmeyi amaçlayan sürekli mücadelelerinde etkin sendika liderlerinin susturulmasında ve itibarlarının sarsılmasında zaman zaman bu terimi kullanmanın cazibesine kapılmaktadırlar.” değerlendirmesini yapar.8 İşçi sınıfı ve sendikal harekete karşı yürütülen psikolojik savaş gerici burjuva iktidarın işçi sınıfını ve yeni oluşan sendikal hareketi etkisizleştirerek kendisine bağlama, işbirlikçi korporatist bir sendikal hareket oluşturma çabası olarak yoğunlaşıyor. Tabi iktidarın planı bunlarla sınırlı değildir, kapsamlıdır.
Bağımsız sendikaları da denetim altına almak için yoğunlaşmaktadır. Sendikaların üyelerinden aidat toplaması işverenlerin maaşlardan kesinti yapması üzerinden gerçekleşmediği için sendikalar maddi zorluklar yaşamaktadır. Bu durumu CHP fırsata çevirmek için harekete geçer. Çalışma Bakanlığı topladığı para cezaları kesintilerinden oluşan fonu “bağımsız” sendikalara aktararak onları denetim altına almak için kullandı. Burjuva iktidar sadece 7 Mart 1947 ile 28 Kasım 1949 arasında 11 işçi örgütüne o dönem için oldukça yüksek meblağ sayılabilecek olan 18.600 lirayı ‘yardım’ olarak dağıttı.9 Sendikaları iktidara, devlete bağımlı kılmanın, sınıf işbirlikçi sendikacılığı geliştirmenin ekonomik boyutu da böylece gerçekleşmektedir.
İşçi sınıfının genel nüfus içinde dönem olarak küçük bir azınlık oluşturmasına rağmen burjuva iktidarın işçi sınıfına ve sendikalara neden büyük bir ilgi gösterdiği düşündürücüdür.
1948 yılında 330 bin işçi 73 sendika, 52 bin sendika üyesi işçi vardır. Sendikalaşma oranı %16’dır. 1960 da bu sayı 824 bin işçi, 432 sendika ve 283 bin de sendika üyesi işçi vardır.10 Görüldüğü gibi işçi sınıfı nicelik olarak çok zayıftır. 1947 yılında çıkarılan yasayla sendikaların kurulmasına yeni izin verilmektedir. Büyük sanayi yeni yeni gelişmektedir. Küçük sanayi, tarım ve atölyelerde üretim önemli bir ağırlık oluşturmaktadır. Burjuva devlet oluşum halindeki işçi sınıfını ve sendikal hareketi şekillendirmek, kendisine bağlamak ve bağımlı hale getirmek için erkenden hareket etme ihtiyacı duymaktadır.
Devrim dalgasının gelişmesi, dünya savaşının bitimiyle oluşan sosyalist kutbun varlığı yeni gerçekleşen Çin Devrimi Türk burjuvazisinin ve devletinin kaygılarını büyüten bir rol oynuyordu. İşçi sınıfının nicel olarak zayıf olmasına bakılmaksızın köylülükle kuracağı devrimci bir ittifak burjuva iktidar için bir devrim tehlikesi yaratabilirdi. Güncel önemi buradan kaynaklanmaktaydı. 1946 yılında bağımsız, sınıf sendikalarına akın eden işçi sınıfının ne kadar devrimci potansiyel barındırdığı açıktır. Keza yıllar içinde yasaklara rağmen sergilediği fiili grev, direniş ve eylemler ile örgütlenme çabaları işçi sınıfının nitel olarak sanıldığı kadar zayıf olmadığını gösteriyor. İşçi sınıfının büyüyen ve gelişen bir sınıf olması nedeniyle gelecekte oluşturacağı tehlikeyi oluşmadan önlemlerini alma ihtiyacı burjuva devleti işçi sınıfı ve sendikaları kuşatma altına almaya yöneltti.
TKP’ye ve sol kesimlere nefes aldırmayarak, emekçi ve sol kesimlerin kurduğu sendika ve siyasi partilerin kapısına kilit vuran, onların işçi sınıfı ve emekçiler içinde çalışma yürütmesine izin vermeyen ve her fırsatta ezmeye çalışan gerici burjuva iktidar o özgürlüğü yalnızca kendisine (burjuva partilere) tanımaktadır. Burjuva devlet 1947 sendikacılığını gerek rızayla gerek zor yoluyla işçi sınıfı üzerinde tahakküm kurmak için hayata geçirdi, hegemonyasını kurmak için yoğun mesai yaptı.
Sendika kurma hakkının 5018 sayılı yasayla tanınmasıyla birlikte kısa sürede kurulan sendikaların sayısı artı ve artmaya devam etti. Henüz merkezi bir örgütlenme yoktu. Merkezkaç, parçalı ve karmaşık bir yapı söz konusudur. Yatay ve dikey örgütler aramada sınırlar belirsizdir. Ademi merkeziyetçi bir yapı vardı. Sendikal birlikler, federasyonlar, gerici ve milli sendikalar ve konfederasyonlar olmak üzere beş tür modelden söz edilebilir.11 Bu dönemin belirgin özelliği çok sayıda sendikaya karşı az sayıda işçi sendikalara üyedir. Ve sendika mali olarak yetersizdir, düzenli aidat akışı yoktur. Bu iki olgu 47 sendikacılığının zayıf karnını oluşturur.
Ana muhalefetteyken DP de işçi sınıfını ‘ihmal etmemiş’ işçiler içinde örgütlenmeye girişerek halkçı dalkavukçuluk politikası izledi.
DP 1950 seçimlerinden önce grev hakkını savundu, programında grevle birlikte temel hak ve özgürlüklere yer verdi. CHP ise greve karşı çıkmaya devam etti. Seçime günler kala fikrini değiştirdi. Ancak seçimden sonra roller değişti. DP seçimi kazanarak hükümeti kurdu. Ancak hükümet olduğu süre boyunca grev hakkını hayata geçirmedi. CHP ise muhalefete düşmenin verdiği güç kaybıyla işçiler için grevin bir hak olduğunu dile getirdi. İşçilerin önemli bir bölümünün seçimlerde DP ye yönelmesinin, onu desteklemesinin maddi koşulları vardı. Tek parti iktidarının zulmünden zorbalığından, aşağılama ve horlamalarından bıkan işçiler sahte halkçı politik çizgisinden etkilenerek DP’yi desteklediler. Lakin kısa süre sonra başta grev hakkı konusunda yan çizmesinde olmak üzere işçi düşmanı karakteri ortaya çıktı.
DP iktidara geldikten kısa bir süre sonra bir genel af çıkarttı. TKP davasından yargılananlar dışarı çıktı. Lakin tıpkı grev sorununda olduğu gibi amaç başkadır. Sol güçlerin yargılandığı 141 ve 142 ceza maddelerini çok daha fazla ağırlaştırmaktadır; reformcu sınırlar içinde dahi muhalif olanlara göz açtırmamaktadır. 1951 sonuna doğru TKP’ye iki yıl sürecek bir tutuklama saldırısı başlatıldı ve 167 kişi tutuklandı. Başında Hikmet Kıvılcımlı’nın bulunduğu Vatan Partisi de 1957 Şubatında kapatıldı ve 25 kişi hakkında tutuklama kararı çıktı.
DP Toplumsal Muhalefeti Ezmeye Yöneldi
DP emek politikalarında CHP’den farklı bir tutum izlemedi, özünde farklılaşmadı. Burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin çıkarları konusunda birleştiler.
Sahte halkçı bir çizgi izleyen DP sanayinin geliştiği, kırsal nüfusun şehirlere akmaya, proleterleşmenin artmaya, sınıfsal ayrımların büyümeye başladığı koşullarda bu sınıfsal ayrımları yok saymaya, gizlemeye yönelik yol izledi. Kamu işçilerinin maaşlarını arttırarak memurlarla aralarındaki maaş farkını azalttı. 1954 seçimleri yaklaştığında da memurların desteğini alabilmek için maaşlarını tekrar yükseltti. Bir kaç kez grev yasağını kaldırmak için yasal düzenleme hazırlığı yaptı ama meclise getirmedi.
Bireysel iş ilişkileri konusunda önemli bazı adımlar attı. 1951’de ücretli hafta tatilini, 1952’de Basın İş, 1954’te Deniz İş kanunlarını çıkardı. Sendikalaşma hakkı olmayan bazı kesimlere sendikalaşma hakkı tanıdı. Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı işyerlerindeki işçiler sendikalaşma hakkına kavuştular. Asgari ücret uygulaması, yıllık ücretli izin ve öğlen dinlenmesi gibi düzenlemeler yaptı.12
Toplam iş ilişkilerinde ise baskıcı, despotik yöntemlerden geri durmadı. Greve başvuranları ağır biçimde cezalandırdı, işine son verdi, tutukladı, sendikasını kapattı. İşçilerin talepleri için miting yapmasına izin vermedi, miting başvuruları her fırsatta valiliklerce yasaklandı. Ücret ve sosyal hak talepleri bastırıldı. Gerici burjuva sınıfsal tavrını böylece gösterdi.
50’li yıllarda işçi sınıfının eylemlerinin sınırlı olmasının iki nedeni vardı. İlki DP hükümetinin sendikalar üzerindeki yoğun baskısı ve denetimi, diğeri ise işçilerin salon toplantıları dışında eylemlere pek itibar etmemesiydi ki, bu durum da grevin yasak, grev teşvikinin suç sayılmasından sendikaların geçici ya da tümden kapatılmasından salon toplantılarını teşvik etti. 13
İşçi sınıfının sessiz yılları olarak bilinen 50’li yıllar o kadar da sessiz değildir. İşçi sınıfı fiili grev ve iş ihtilafları yoluyla ve sendikaların ısrarla miting yapma istekleriyle sessiz kalmadığını, kalmak istemediğini göstermektedir.
Grev yasak olmasına rağmen CHP’nin iktidarda olduğu 1937-1950 döneminde 15, DP’nin iktidarda olduğu 1950-60 döneminde ise 36 grev tespit edilmiştir. Bu sayılar sadece o dönemdeki ulusal gazetelerin taranmasıyla elde edilmiştir. Görece “ılımlı” politikaların izlendiği 1950-54 arasında 22, baskıların yoğunlaştığı 1955-60 arasında ise 14 grev gerçekleşmiştir. Grevlerin %65’i özel kesimde, %60’ı limanlarda yükleme boşaltma işlerinde gerçekleşmiştir.14
Bu grevler işçi sınıfının ücret, çalışma süresi, işsizlik vb nedenler olmak üzere sorun ve talepleri karşısında mücadele ısrarını ve grev yasağını kabullenmediğini gösteriyor. Ve aynı zamanda işbirlikçi sendikacılığa karşı taban inisiyatifinin yerel ve bölgesel sendikal hareketin dinamik olduğunu gösteriyor.
Dönemin diğer önemli mücadele biçimi işverenlerin taleplerini kabullenmediklerini gösteren iş ihtilaflarıdır. Bir yandan işçilerin işyerlerinde toplu halde hareketini geliştirmesi bakımından önemlidir. Diğer taraftan işçilerin ücret ve sosyal hak taleplerini ağırlıklı olarak devlet görevlilerinden oluşan İl Hakem Kurulları’na taşınmasıdır. Uyuşmazlığın sürmesi halinde itiraz yolu olarak Yüksek Hakem Kurulu’na taşınmasıdır.
Dönemdeki iş ihtilaflarına baktığımızda 1951 yılında 5518 sayılı kanunla iş uyuşmazlığı çıkarma hakkı tanınmış 1951-63 yılları arasında 1509 uyuşmazlık YHK’nda bağıtlanmıştır.15
50’li yılların sınırlı eylemliliği, mücadele araçları ve birikimi 60’lı yılların mücadelesini, sendikal hareketini, işçilerin kurduğu bir işçi partisinin ortaya çıkmasını hazırladı, Ama grev hala yasaktı.
1960’lar
1960’da Türk-İş Konfederasyonu’nun 174 bin üyesi vardı. Başbakan A. Menderes’e Türk-İş yönetimi bağlılık telgrafları çekerek devlet sendikacılığının ne düzeyde geliştiğini gösteriyordu.
1960 27 Mayıs’ında Türkiye halkları darbeyle uyandıklarında ordunun bir kesimi eliyle “demokrasi”yle karşılaşmaktan ziyade çok partili Türk burjuva devletinin kendini tahkim etme, ordunun yönetme erkini eline alması ve rejimin içinde ağırlığını artırarak kurumlaşması, Türkiye’nin NATO’nun ve emperyalizmin bölgede ileri karakolu olarak konumlanması, emperyalist-kapitalist dünya sistemine yeni ekonomik politikalarla eklemlenmesi ve “özgür dünyanın küçük Amerikasını” yaratma planları devreye girdi. Sınırlı burjuva demokratik adımları devreye soktu.
Cunta işçi ve emekçilerin, gençlerin ve darbeye katılmış ilerici subayların desteğini alabilmek için kısmi demokratik haklar için adım attı. Darbenin 3. günü Türk-İş’in yıllarca engellenen Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (ICFTU) katılma isteğini kabul etti. On yıllardır kabul edilmeyen, 1947’den sonra daha yoğun biçimde talep edilen grev hakkına Anayasa’da yer vererek sınırlı haklara açık olduğunu gösterdi. Lakin bu sınırlılık 1932 yılında kabul edilen faşist İtalyan ceza yasasından alınan 141. ve 142. ceza maddelerinin korunması, 61 Anayasasındaki karşılığı “zümre ve sınıf hakimiyeti”ni amaçlayan partilerin kurulmasının yasaklanması olunca belli oluyor. Sınıf esasına dayalı örgütlenmenin ve siyasal faaliyetin yasak olması işçi sınıf ve ezilen halklar için gerçekte demokratik, özgürlükçü bir içerik taşımadığı, Cuntanın toplumsal meşruiyet elde etmek amacıyla verdiği tavizler olarak değerlendirilmelidir.
61 Anayasasının 47. maddesinde “işçiler işverenle olan münasebetlerinde iktisadi ve sosyal durumlarını korumak için toplu sözleşme ve grev hakkına sahip” olduklarını belirtir. İşçilerin siyasal amaçla grev yapmasını yasaklamaktaydı.16
Grev hakkına anayasada yer verilmesine rağmen kurulan koalisyon hükümeti yeni Anayasanın ilanının üzerinden 2 yıl geçmesine rağmen grev ve toplu sözleşme yasasının çıkarılmasında ayak sürüyünce Kavel İşçileri fiili greve başvurarak grev yasasının çıkmasını hızlandırdı. Kavel grevi sınıf mücadelesinin fitilini ateşledi aynı zamanda.
27 Mayıs darbesi sonrası işçilerin eylem ve grevlerinde bir yoğunlaşma oldu. Vali Taksim meydanına izin vermeyince 31 Aralıkta Saraçhane’de miting gerçekleşti. 100 bin işçi “bizim de sözümüz var!” dev pankartıyla alanı doldurdu. Sendika özgürlüğü ve grev hakkının derhal tanınması için sesini yükselten işçilerin eylemi döneme damgasını vurdu. NATO Çiğli üssünden atılan işçilerin, Ereğli ve Samsun’da üs ve yabancı şirket işçilerinin yürüyüşleri anti-emperyalist bilincin gelişmesine hizmet etti. Aynı yıl Ankara’da 5 bin işsiz yapı işçisi, işsizliği protesto için Millet Meclisi’ne yürüyüş gerçekleştirdi.
Kavel grevi bu eylemlerin üzerine gelişen siyasal etkisi oldukça güçlü grevdi. 28 Ocak- 4 Mart 1963 tarihleri arasında 173 işçi tarafından gerçekleşti. Grev sırasında işçilerle güvenlik güçleri arasında çatışma yaşandı. Bakanların da devreye girdiği grev işçilerin taleplerinin kabul edilmesiyle son buldu. Greve katılan işçiler hakkında 3-5 yıl arası hapis cezası istendi. 275 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu (TSGLK) düzenlenirken özel bir madde eklenerek Kavel işçileri için açılan dava düşürüldü. Bu madde Kavel maddesi olarak anıldı.17
Kavel grevinden sonra başlayan birçok grev ve direniş 274 sayılı sendikalar ve 275 sayılı Grev ve Lokavt Kanunlarının çıkartılmasını hızlandırdı.
274 ve 275 Sayılı Sendikal Yasalar
İnönü 1950 seçimlerinden hemen önce grev hakkını ilk kez dillendirmesine ve sonrasında CHP programına dahil etmesine rağmen grev hakkını 61 Anayasasıyla tanınmasından sonra I. İnönü Koalisyon Hükümeti tarafından çıkarıl(a)madı. II. İnönü Koalisyon Hükümeti tarafından işçilerin mücadeleleri sonucu çıkarıldı. 24 Temmuz 1963’te çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Kanunu (SK) ile 275 sayılı TSGLK 17 yıl yürürlükte kaldıktan sonra 12 Eylül 1980 darbesiyle yürürlükten kaldırıldı.
61 Anayasasının 47. maddesi ayrımsız tüm çalışanlara, memurlar da dahil sendika hakkı tanımasına rağmen İnönü hükümeti memurları dışta bıraktı. Ayrı yasa çıkaracağını belirtti. 2 yıl sonra 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Kanunu’nu çıkarttı. Memurlara bu yasayla sendika kurmaları yasaktı, sadece dernek, birlik kurmaya izin veriyordu, toplu sözleşme ve toplu pazarlık hakkı tanımıyordu.
Anayasanın 47. maddesi toplu sözleşme hakkını ekonomik ve sosyal durumlarını korumak ve geliştirmek için işçilere tanıyordu. “Bu vurgu işçiyi koruma ilkesiyle ve sosyal hukuk devleti yaklaşımıyla uyumluydu”18
274 sayılı SK’na göre birden fazla sendikaya üye olmak serbestti. Kanunda siyasi partilerle organik ilişki, siyasi partilerden yardım almak ve vermek yasaktı. Siyasi yasağın kapsamı daraltılmıştı. Sendikal nedenle işçi çıkarmak yasaklanmıştı. Aidatın işveren tarafından işçinin maaşından kesilerek sendikaya ödenmesi benimsenmişti. Bu yasayı içine sindiremeyen kapitalist ve burjuva iktidar 7 yıl sonra 274. sayılı kanunda AP hükümeti çok sayıda değişiklik yaptı. 275 sayılı TSGLK ile geçmiş yasalarda yer almayan grev, toplu sözleşme, toplu pazarlık gibi konular on yılların mücadelesiyle yasada yer aldı ve kurumsallaştı. 19
Keza Anayasada yer verilmemesine rağmen yasa lokavta yer vermekteydi. Grev ve lokavtı eşitleyerek kapitaliste lokavta başvurma hakkı tanımaktaydı. Hak grevine yer verilmesine rağmen siyasi greve ya da grev hakkının siyasal amaçlarla kullanılmasına Anayasanın 47. maddesinde karşı çıkılıyordu. İşçi sınıfının siyasal iktidar üzerinde bir baskı gücü olabilmesi için başvurulabilecek genel greve yasada yer verilmemekteydi. Burjuvazi işçi sınıfının siyasallaşmasını, siyasi özne olmasını istemiyordu. Kendisi için tehlikeli gördüğünden daha başından işçi sınıfının örgütlenme, faaliyet ve eylem alanını ekonomik, sosyal haklarla sınırlandırmaktaydı.
Grev hakkının diğer bir sınırlandırılması ise grev ertelemesi idi. Bakanlar Kurulu kararıyla memleket sağlığı ve milli güvenlik gerekçeleriyle grev ertelenebilecekti. Erteleme iki aşamalıydı. İlk erteleme 30 gün, ikinci erteleme 60 gün süreli olacaktı. Danıştay 1 hafta içinde yürütmeyi durdurma kararı verecekti. Uzlaştırma mekanizması bu süre içinde taraflar kabul ederse devreye girecekti. Süre dolduğunda grev ve lokavta başvurulabilecekti.20 Ancak iki kademeli erteleme zorunlu uzlaşmayı dayatıyor, greve başvurmayı neredeyse imkansız hale getiriyordu. Burjuva siyasal iktidar ekonomik, siyasi çıkarlarıyla uyuşmayan, işçilerin mücadelesi için tehlikeli bulduğu her grevi erteleme yoluyla yasaklayacaktı, tıpkı bugün olduğu gibi.
TİP’in Kurulması
İşçi sınıfı ve emekçilerde 60’ların başından itibaren siyasallaşma eğilimleri arttı. Burjuva partilerin kuşatması altında bulunan işçiler ve sendikalar işçi sınıfının nicel ve nitel gelişmesine bağlı olarak onları temsil edecek bağımsız siyasal yapıya ihtiyaç duydu. Kuzey Avrupa’daki işçi ve sosyal demokrat partilerden esinlenen bir grup sendikacı 13 Şubat 1961’de Türkiye İşçi Partisi’ni kurdu. Herhangi bir gelenekten gelmemekle birlikte içlerinde kısa ömürlü DİP ve Hürriyet Partisi faaliyetinde bulunmuş kimseler vardı. İşçi ve sendikal hareketin önderleri olmaları ve sınıfsal güdüleri ve kendiliğinden bilinçleriyle burjuvaziden bağımsız bir siyasal parti kuruluşu olması bakımından farklıydı. Bu Türk İş içindeki iki eğilimden biri olan bağımsız kesimi temsil ediyordu. İşbirlikçi kanadı ise Türk İş’in başında bulunan Seyfi Demirsoy temsil etti. CHP ile araları bozulan Sol Kemalistler ve Yön dergisi çevresi de bu saftaydı. TİP’li sendikacıların da aralarında bulunduğu İİSB 31 Aralık 1961’de düzenlediği görkemli mitingde işçi hareketine ivme kazandıran, politik gelişmeyi hızlandıran bir rol oynadı. 1961 seçimlerinde burjuva partilerden yeterince sendikacının aday gösterilmemesine tepkiliydi. Türk İş’in işbirlikçi kanadı da Türkiye Çalışanlar Partisi adıyla bir girişim başlattı. TİP’in yarattığı boşluğu doldurma hevesi CHP’nin ve AFL-CIO’nun yöneticileri tarafından engellendi. Partiler üstü politika zemininden kaymalarına izin verilmedi.
TİP, eksik olan yanını sol, sosyalist aydınlarla birleşerek tamamladı. Partinin başına M. Ali Aybar getirildi. Parti hızla örgütlendi. Faşizme karşı mücadele komiteleri kurarak 141. ve 142. ceza maddelerinin kaldırılması faaliyeti yürüttü. Kitle partisine dönüşmüştü. 1965 seçimlerinde görülmedik bir etki yaratarak 15 milletvekili çıkardı. Partinin işçiler ve gençlik etkisi artmıştı. Sendikal mücadelenin gelişmesine katkısı oldu.
Ancak daha sonra parti içinde yaşanan sorunlar, partinin içe dönmesine, işçi sınıfıyla ve gençlikle bağlarının zayıflamasına neden oldu.
Korporatist Bir Yapı Türk-İş
Türk-iş kurulmadan önce bazı sendika, sendikal birlik, federasyon ve dernekte merkezi sendikalar üst örgütü/konfederasyon fikri vardı. Türk-iş 31 Temmuz 1952’de kurulduğunda bir çatı örgütü olarak bu fikirler üzerinden gelişti, oluştu. İlk ana tüzüğünde “işçi sınıfı” kavramına yer verilmiş, ilk kuruluşunda “sol”un etkisiyle sınıf sendikacılığı ilkelerine yer verilmiş, emekçi sol kesimlerin konfederasyon yönetiminde küçümsenmeyecek bir etkisi olmuştu, Ancak üst yönetimden bu etki ilk genel kurulda silindi.21 “Sosyalist” blokla emperyalist-kapitalist blok arasında gerilimin ve çatışmanın etkisi siyasal ve sendikal alanda daha ciddi biçimde yaşandı. ABD ve Batı yanlısı bir tutumun gelişmesinin olanakları çok daha fazlaydı. Bu nedenle Amerikan Emek Federasyonu-Sanayi Örgütleri Kongresi (AFL-CIO) bünyesinde CIA elemanları yoğun bir mesai yaptı. 1951’de İrving Brown, 1952’de AFL Türkiye Temsilcisi Henry Kirsch Türkiye’de bulundu. Türk-İş yönetiminde bulunan sendikacılarla sıkça yazışmalar yaptılar. Bu yöneticileri ABD’ye eğitim için çağırdılar. AFL-CIO Türk-iş’in oluşumunda etkide bulunsa da henüz belirleyici değildi. Belirleyici olan Türkiye’deki işçi sınıfının ve sendikal kadroların birikimleri ve iç dinamikleridir. Türk-iş üzerinde ABD hegemonyası 1960’lardan itibaren gelişti. Türk-iş’in sınıf işbirlikçi partiler üstü politikası da ABD ürünüdür. AFL-CIO’nun 52-79 yılları arasında başkanlığını yapan George Meany partiler üstü politika yaklaşımını ısrarla savunmuş ve Türk sendikacılara da tavsiye etmiştir.22
Partiler üstü politika Türk-iş’in burjuvazinin yanında saf tutarak burjuva partilerden nasıl çıkar elde edebileceklerinin politikasıdır. Aynı zamanda sendikaları, işçi sınıfını, işçi sınıfının öncü partilerinden, komünist, devrimci partilerden uzaklaştırma, yalıtma politikasıdır.
Türk-iş federasyonların ulusal ve yerel sendikaların ve birliklerin büyük bölümünü kendi çatısı altında toplamasına rağmen zayıf bir üst örgüttü. Federasyon ve yerel birliklerin ağırlıkta olması tabanın daha güçlü olmasını sağlıyordu. Türk-iş’e 1960 yılı itibariyle dolaylı olarak federasyonlar ve yerel sendikalar aracılığıyla ve doğrudan üye 293 sendika bulunmaktaydı. 281’i federasyon ve yerel sendikalardan oluşmaktaydı. Türk-iş bu dönem 283 bin sendikalı işçinin 205 binini temsil ediyordu. 205 bin üyenin 182 bini federasyon ve yerel sendikalara üyeydi.23
Türk-iş 1960’ların ortasına doğru merkezi yapısını güçlendirip korporatist yapının temellerini attı.
Türk-iş’in partiler üstü politikasının ürünü “iktidarda kim olursa olsun onunla iyi geçin” politikası Türk-iş’te egemen olmasına rağmen siyasi partilerin ocak ve bucak örgütlerinde etkili olan sendikacılar işçilerin lehine bazı düzenlemeler yapılmasını sağladı.
Alıntılar:
1-Erikdan Zürcher- Modernleşen Türkiye’nin Tarihi sf. 307-8
2-Sendikalar Ansiklopedisi- C-1 – sf. 17
3- DİSK Tarihi- C-1- sf. 57
4- Sendikalar Ans.-C-1-sf. 175
5-DİSK Tarihi- C-1- sf. 99
6-Agk. sf.64-Toker Dereli’nin bir makalesinden alıntı
7-Agk. sf-65
8- Aziz Çelik-Vesayetten Siyasete Türkiye’de Sendakacılık- sf.123 (iletişim yayınları)
9-STMA-C-6-sf. 1937
10-DİSK Tarihi- C-1-sf. 67 kaynak Ahmet Makal
11-A.g.k-sf.67
12-STMA- C-6-sf.1963
13-A.g.k-sf.1964
14-Yüksel Akkaya-Cumhuriyetin Hamalları İşçiler- sf.98
15-Çalışma ve Toplum Dergisi-2010-sf.25 -Türkiye’de Emeğin Mücadele Aracı Olarak İş İhtilafları- sf.55-6- İlker İnan Akçay
16-STMA- C-6-sf.1985
17-A.g.k-sf.2009
18-DİSK Tarihi- C-1-sf.86
19-A.g.k-sf.86
20-A.g.k-sf-89
21-STMA- C-6- Sf.1965, DİSK Tarihi- C-1-sf.70
22-Çalışma ve Toplum Dergisi 2010 sayı-24, Aziz Çelik- Vesayet mektupları-sf.73
23-DİSK Tarihi-C-1-sf.71
Fehmi Çapan