Sendikaların etkisizleştiği gerçekliğini kimse, inkar edemez. Dünyada yaklaşık son 50 yılda, Türkiye’de de son 30-40 yılda işçi sınıfı kapsamlı iktisadi, siyasi ve ideolojik saldırılarla karşı karşıya kaldı. Daha önce elde ettiği kazanımlarını önemli oranda kaybetti. Tarihsel olarak hiç bir zaman karşı karşıya kalmadığı yeni sorunlarla yüzleşmek zorunda şimdi sendikaların geneli bu kapsamlı dönüşüm ve saldırılara karşı işçi sınıfının kazanımlarını koruyacak ve daha da genişletecek bir mücadele stratejisi ortaya koyamadı. Esas olarak pasif bir savunma stratejisi izledi; pasif savunma saldırıları püskürtmeye yetmedi, yetmezdi de?
Sendikaların yuvarlandığı bu yapısal krizi besleyen sayısız faktörü iki başlık altında toplamak mümkün. Birincisi, işçi sınıfını atomize eden mücadele deneyimini biriktirme ve yeni işçi kuşaklarına aktarma mekanizmalarının parçalanmasına yol açan emperyalist küreselleşmenin yol açtığı fiili yapısal ve politik dönüşümdür. İkincisi, 20.yy’in ortalarından bu yana dünyada giderek hakim hale gelen işbirlikçi bürokratik sendikal çizgidir.
Emperyalist Küreselleşme Sürecinin İşçi Sınıfına Etkileri
Emperyalist küreselleşme süreci, işçi sınıfının fiili ve kazanılmış bütün haklarının sermaye tarafından gasp edilmesi koşullarının yaratılmasıdır.
Kar oranları düşen sermaye, yüksek teknolojiye yönelerek emeğin üretkenliğini artırmayı tercih etmiyor. Bunun yerine mutlak artı değer sömürüsüne yöneldi. Mutlak artı değer sömürüsünü en insanlık dışı ve vahşi sınırlarına kadar zorluyor. Ücretlerin aşağı çekilmesi, işçilerin sosyal hak ve güvencelerinin ortadan kaldırılması, çalışma saatlerinin uzatılması, sermaye tasarrufu adına en sağlıksız mekanda çalışma, geri, sağlıksız ve çalışma güvenliğini tehdit eden teknoloji kullanımı, işçilerin sağlığını hiçe sayan çalışma disiplini ve koşullarda çalışmaya zorlama yaygınlaştı. Daha da yaygınlaşıyor. Öyle ki işçi aristokrasisi bile eski ayrıcalıklarını kaybetmeye başladı. Sigorta ve güvencesinin tasfiyesi esnek çalışma, taşeronlaştırma, sendikal hakların törpülenmesi ve sendikasızlaştırma genel bir hal almaya başladı. Fabrikalar, işletmeler, sanayi bölgeleri ve havzaları emek sömürüsünün ucuz olduğu bölgelere kaçıyor. Emek yoğun işler dünyada geri ve orta gelişmiş kapitalist ülkelere, bizde ise metropol kentlerden Anadolu ve Bakur’a akın ediyor. Kronikleşen işsizlik, işsiz kalma korkusunu kabusa çevirmiş durumda. Bunlar dünya tekelleri, uluslararası emperyalist kuruluşlar ve burjuva devletlerin elbirliği ile gerçekleşti.
Türkiye’de sermaye oligarşisi piyasayı buna göre yapılandırdı. Devlet ise yasal zeminini oluşturarak sistemleştirdi.
Her ne kadar, kayıt dışı ekonomi yeni bir durum olmasa da emperyalist küreselleşmeyle kaynaşarak, onun hizmetinde yeni biçimler alıp yaygınlaştı. Büyüyen işsizlik korkusu işçileri birbiriyle rekabete girmeye, daha fazla sömürülmeye ve daha ağır çalışma koşullarında çalışmaya sürükledi. Kadınlar, gençler, göçmenler, ezilen halklar ve inanç mensubu işçiler ucuz emek sömürüsünün nesnesi haline geldiler. Bu doğrultuda bir emek hiyerarşisi oluşturuldu. İşçiler arasında çalışma statüsü farklılıklarının yanı sıra, ulusal ve inançsal kimliklerinden dolayı oluşturulmuş önyargılar daha da köpürtülerek emek hiyerarşisinin dayanağı haline geldi.
“Eski fabrikaların tasfiyesi ya da taşınması ile emperyalist küreselleşmenin gelişim dönemlerine eşlik eden siyasal gericilik koşulları ve siyasi özne sorunları işçi sınıfının mücadele deneylerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasının olanaklarını zayıflatmış, geçmiş kuşağın sendikal ve siyasal mücadele ve örgütlenme deneyimlerinden yoksun, çok geniş genç işçi kitleleri düne göre bambaşka koşullarda, taşeron, güvencesiz çalışma koşulları altında değişik ülkelerde dünya tekellerinin sömürüsüne açılmıştır. Bu durum, talepleri ve özellikleri itibariyle bir önceki kuşaktan ayrışmış bir işçi gençlik mücadelesinin de kendiliğinden gelişimi koşullanmıştır.
Kalite çemberleri, çok sayıda taşeron patrona bağlı işçilerin farklı sözleşmelerle aynı bantta bir araya gelmeleri gibi koşullar, işçi sınıfı içinde rekabeti teşvik ederek sınıf kimliğini ve bilincini parçalamakta, yabancılaşma yaratmakta ve dayanışma ve ortak mücadelenin nesnel olarak engellemektedir.” (1)
Enternasyonal Dayanışma ve Mücadelenin Önemi Artmıştır
İş süreçleri parçalanmıştır. Aynı işyerinde aynı patrona veya patronlara bağlı, kağıt üstünde birden fazla firma görünmektedir. Sendikal mücadele verirken her firmada ayrı ayrı çoğunluk sağlamak gerekir. Eğer sendika bu duruma itiraz ettiğinde, davalar aylar bazen yıllarca sürdüğünden işçiler üzerinde yıldırıcı bir etkiye yol açmaktadır. Beyaz yakalı, pazarlama bölümü, mavi yakalı taşeron ayrımı, taşeron çalışanların da kendi aralarında farklı şirket ve statüye sahip olmaları gibi işçilerin sendikal birliği önünde bir başka engeller serisine yol açıyor. Çoğunlukla bu farklı kategorilerden işçiler fiziksel olarak bir araya gelemiyor olmaları, farklı statülere tabi olmaları ek uğraşlar gerektiriyor ve fazladan bürokratik ve filli engeller dikiyor önlerine. Bu durum işçileri öteki bölümlerdekine yabancılaştırıyor.
Artık üretim uluslararası düzeyde yapılıyor. Eskiden aynı çatı altındaki fabrikanın bölümleri, şimdi farklı ülkelere ve farklı işletmelere bölünmüştür. Bu durumu ülke sınırına daraltılmış bir bilinç düzeyi ve mücadele perspektifini aşan bir yönelime daha fazla sahip olmayı gerektiriyor. Ancak uluslararası, birlik, mücadele ve dayanışma görüş açısıyla soruna yaklaşılıp, bu potansiyel realize edildiğinde çok daha büyük ve yol açıcı sonuçlar doğurur. Dolayısıyla emperyalist küreselleşme evresinde işçi sınıfının enternasyonal birliği ve dayanışması, birleşik mücadelesi geçmiş dönemlere oranla kat be kat daha fazla gerekli ve önemli hale gelmiştir. O yüzden aynı iş kolundaki sendikaların uluslararası etkileşimi, koordinasyonu, çeşitli biçim ve düzeyde ortak hareketi ve dayanışması kazanma imkanını artırır.
2010 Ocak 2001 Şubat’ı arasında TÜMTİS’in öncülük ettiği işçi direnişi aynı iş kolunda örgütlü uluslararası ITF sendikasının “teşviki, desteği ve katılımıyla” başarıya ulaştı. Özellikle birden çok ülkede üretim ve satış yapan tekeller geri adım attırmada uluslararası sendikal dayanışmanın öneminin tartışılmaz olduğunu göstermiştir. Bir diğer örnekse Novamed direnişidir.
Novamed Türkiye’de, bir serbest üretim bölgesinde sendikalaşma başarısını göstermiş ilk örnek olarak tarihe geçmiştir. Bu başarıda 448 gün süren kadın direngenliği ve kadın dayanışmasının yanı sıra uluslararası kampanya ve sendikal dayanışmanın payını da anmak gerekir.
Üretim Süreci Ve Koşullarındaki Dönüşümün Sendikalara Etkisi
Fabrika sistemi köklü bir tarzda değişime uğramıştır. Aynı metanın parçalarının değişik ülkelerde üretilmesiyle sınırlı değil. İşyerleri yeni düzeyde yeniden birleşerek, organize sanayi bölgeleri, iş havzaları biçimini alıyor.
Türkiye’de, sadece 1990-2000 yılları arasındaki 20 yılda 50 organize sanayi bölgesi açıldı. 2023 sonu itibariyle organize sanayi bölgesi olmayan il kalmadı. Organize sanayi bölgesi sayısı ise bugün 399’u bulmuştur.
İş güvencesinin ortadan kalkması, esnek çalışmanın yaygınlaşması ve taşeron çalışmanın geliştikçe bu ‘organize sanayi bölgelerinde üretim yapan tek tek firmaları belli sayıda uzman, yönetici ve patronun yakını dışında, özellikle vasıfsız işçileri kalıcı istihdam etmekten uzak durdular. Sık aralıklarla taşeron değiştirme geçici sözleşmelerle her bir firmada işçi sirkülasyonu sürekli bir hal alır. Böyle olunca tek tek işletmede sendikal mücadeleyi başarıya ulaştırmak çok zor bir uğraş haline geldi. Kaldı ki patronlar sendikal mücadeleyi boşa düşürmek için firmanın ismini değiştirmeyi veya başka bir yere taşınma gibi yöntemlere de başvurabiliyorlar.
Eski yol ve yöntemlerle sendikalaşma olanaklarının tıkandığı açıktır. İşçiler aynı firmada uzun süre çalışamıyorlar. İşsiz kaldıklarında bir kısmı şehrin başka bölgesinde veya başka bir kente göç ederek çalışma olanaklarını zorlarken, büyük bir kesimi aynı organize sanayi bölgesinde veya iş havzasında kalıyor. Her bir organize sanayi bölgesini ve iş havzasını bir fabrika gibi düşünmek ve buna göre yapılanmak, sendikaya kazanılan işçilerin her iş değiştirdiğinde ilişkiyi sürdürerek, belirlenmiş bir kolektif mekanizmanın içinde tutularak, ilişkiyi sürdürüp sendikalaşmada ısrar etmek sonuç almanın yollarından bir başkasıdır. Limter-iş’in Tuzla Tersaneler Bölgesini bu tarzda ele alıp sendikalaşmayı süreklileştirmesi, kararlı mücadelesiyle ekonomik sendikal ve politik kazanımlar elde etmesi bu tarzın en başarılı prototip örneğidir.
Öte yandan mevcut sektörel düzenleme, iş yeri tanımı, iş kanunu işçilerin sendikal örgütlülüğünü sınırlı tutmaya yönelik bir çerçeveye sahiptir. Burjuvaziye sendikalaşmayı engellemek ve etkisiz kılmak için bir dizi manevra olanağı vermektedir. Sözde grev yasal bir haktır ama önüne konulan yasal prosedürler ve bürokratik engeller etkili bir grev yapmayı son derece zorlaştırıyor. Genel grev, hak grevi ve dayanışma grevi yasal değildir.
12 Eylül’ün işçi haklarını ciddi anlamda sınırlandıran yasal çerçevenin yanı sıra yıllar içinde bunlara bir dizi hak gaspı da eklenmiştir.
İşbirlikçi Sendikacılığın Oluşumu
Geleneksel sendikalar; “Avrupa ve K. Amerika sendikaları bakımından temel sorun işçi sınıfının kazanımları temelinde, ikinci paylaşım savaşı, soğuk savaşın ideolojik, toplumsal, askeri, ekonomik örgütlenmesinin bir parçası haline gelmeleri (…) karşı devrimci ideolojik argümanlar taşıyıcısı, burjuvazi ile işçi sınıfı aristokrasisi arasında bir tür uzlaşma kurulu, ve sosyal devletin sosyal yatırımlarının dağıtımında sınırlı bir rol üstlenme zemininde şekillenen bir tür hizmet sendikacılığı olarak burjuva siyasetin dolaysız aracı konumundaydı.(2) Türkiye’nin de dahil olduğu başka ülkelerde geleneksel sendikacılık işbirlikçi, bürokratik sarı sendika biçiminde kurumsallaştı.
Türk iş konfederasyonu bunun tipik örneğidir. Yer yer farklı algılanacak pratikler sergilemesi, işçi sınıfının tabandan gelen basıncı ile konfederasyona bağlı bazı sendikaların dönem dönem mücadeleci bir çizgi izlemelerinden kaynaklanır. DİSK gerek konfederasyon olarak belli bir dönem, gerekse bağlı bazı sendikaların mücadeleleri veya sınırlı mücadeleci bir çizgi izlemesi onun bürokratik sınıf işbirlikçi anlayışını bertaraf edecek bir süreklilik ve niteliğe ulaşmamıştır. Özellikle 1990’ların başında yeniden faaliyetlerine başladığından bu yana DİSK konfederasyon yönetiminin Türk İş yönetimi ile arasındaki fark belirsizleşmiştir.
Bu haliyle, sosyalist inşaya başlayan ülkelerin elde ettikleri başarılar, büyük anti-faşist savaşın zaferinde Sovyetler Birliği başta olmak üzere komünistlerin oynadığı rolün süregelen ideolojik ve politik hegemonyasının etkisiyle işçi sınıfının yükselen hak alma mücadelesinin basıncı altında bu sendikalar belli bir rol oynadı. Ancak Varşova Paktının dağılmasının kapitalizme iltihakı ve Arnavutluk’un sosyalist inşadan vazgeçmesi rüzgârın tersten esmesine yol açtı. Burjuvazinin başlattığı ideolojik saldırılar işçi sınıfına yön kaybı yaşattı. Bu koşullarda sendikal bürokrasi görece mücadeleci sendikaları da etkisi altına alarak, işbirlikçi çizgiyi daha da katmerleşti.
12 Eylül darbesinin ezdiği devrimci, dinamikler yeterince toparlanamadan bu fırtınaya tutuldu. Bu durum işçi sınıfının gerilemesini pekiştirdi.
Artık sendikalar işçilerin kazanımlarını koruyabilecek dinamiklerden tamamen yoksun kaldı. 12 Eylül işçi sınıfının kazanımlarını darbelediğinde sendikalar buna karşı varlık göstermedi. 24 Ocak (1980) kararlarıyla Türkiye neoliberal politikalar aracılığıyla mali-ekonomik sömürge olma sürecine girdi. İşçi sınıfına bir dizi saldırıya rağmen sendikalar bunları püskürtecek bir mücadele stratejisi ortaya koyma yerine, bu politikaları meşrulaştıran bir pozisyon aldı. Bu tutum kendi dayanaklarının da yok olmasına yol açtı. Savunmacı reflekslerle sınırlı bir stratejiyle giderek etkisizleşen sendikalardan işçiler hızla uzaklaştı, sendikalı işçi oranı %10’un altına düştü.
Uzlaşıcı Ve Savunmacı Sendikalı Çizginin İflası
1980’lerin sonlarında kamu işçilerinin merkezinde bulunduğu işçi mücadeleleri dalgası, ücretlerin iyileştirilmesinde önemli ilerlemeler sağlanmış, kısmi bazı sosyal haklar elde etti, ancak bu kazanımları kalıcı hale getirecek mekanizmalar yaratamamıştır. Yasal mevzuata etki de bulunamamış, sendikal bürokrasiyi tasfiye edememiş özel sektör isçileri sürece yeterince dahil edememiştir. Sonraki yıllarda iş güvencesini ortadan kaldıran işten atmayı kolaylaştıran yasaların çıkarılması, kapsamı genişletilen taşeronluk, esnek çalışma ve özelleştirmelerle kamu işçilerini hem önemli oranda tasfiye etmiş, hem parçalamış hem de yüreğine işsizlik korkusu salarak etkisizleştirmiştir. 1990’ların ikinci yarısında çalıştıkları işletmelerin kapanması ve özelleştirmesine karşı savunmacı reflekseler ve direnişler sergilenmiş olsa da kimi düzenlemelerin geciktirilmesinin ötesine geçememiş ve saldırıları püskürtmeyi başaramamıştır.
İşçi sınıfına karşı saldırılar parça parça gündeme getirilse de genel ve stratejik bir saldırıydı. Savunmacı sınırları aşmayan lokal direnişlerle bu saldırılar püskürtülemezdi. Aksine birleşik ve aktif bir savunma stratejisiyle püskürtülebilirdi. Ne mevcut yasal mevzuatla kendini sınırlandıran mücadele çizgisi, ne de mevcut sendika ağalık sistemiyle bu başarılamazdı. Tek tek mücadeleci sendikaların çabaları kimi sınırlı ve lokal kazanımları korumanın ötesine gücü yetmedi.
Özel sektör işçilerinde hakim hale gelen parçalanmışlık, 12 Eylül’ün getirdiği sendikalar kanunu ve işsizlik korkusu onları önemli oranda mücadeleden uzak tuttu. Uzlaşıcı sendika çizgi kaybettirmeyi sürdürdü.
Yine de sayısız sendikalaşma girişimine paralel başlatılan direnişler oldu. Olmaya devam ediyor. İsten atmalar, patronların başkaca çeşitli manevralar, polis ve jandarmanın devreye girmesi, iş mahkemelerinde uzayan davalar başarıları sınırlandırdı.
Alıntılar:
- Marksist Teori, 17. Sayı, s.66-67 Sema Duru Boran
- Marksist Teori, 17. Sayı, s.67 Sema Duru Boran
Xabat Zafer